"Real Fictions: Speculations on Hybrid Architecture for Post-Humanist City" isimli konuşması için 12 Şubat'ta GAD Foundation desteği ile Kadir Has Üniversitesi'ne gelen Ferda Kolatan ile mimarlık pratiği, eğitimciliği ve felsefesini konuştuk.
Doç.Dr. Ferda Kolatan, Aachen Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nden mezun oldu. Columbia Üniversitesi’nde yüksek lisans eğitimini tamamlayan Kolatan Columbia, Cornell, California College of the Arts, Washington, Pratt Institute ve RWTH Aachen gibi üniversitelerde dersler verdi. PennDesign’da öğretim görevlisi olan Kolatan aynı zamanda 1999 yılında New York’ta kurulan SU11 mimarlık ofisinin kurucu ortaklarından.
Devam etmekte olan “Real Fictions” projenizden bahsedebilir misiniz, sanıyorum öncelikle Kahire’de başladı ve şimdi İstanbul’da devam ediyor?
Real Fictions, University of Pennsylvania, PennDesign’da lisansüstü öğrencileri ile üç yarıyıl süren bir proje olarak başladı. Kahire Kültür Bakanlığı’ndan gelen iş birliği teklifi ile, kentte belirlenen sorunlu alanlara dair mimari çözümler getirmemiz istendi. Böylelikle stüdyonun ilk üç yarıyılında Kahire çalışıldı. Bu süreçte Kahire ve problemlerinin 3 ay içinde, mimari tasarım stüdyosu formatındaki bir derste, yüksek lisans öğrencilerinden oluşan bir grupla çözüm getirmek için çok büyük ve karmaşık olduğunu gördüm; problem çözme üzerine bir stüdyo yapılamayacağını anladım. Kendime şunu sordum: “Nasıl faydalı olabiliriz, ne gibi fikirlerle bu projeye katkıda bulunabiliriz?” “Real Fictions” fikri böylece gelişmeye başladı.
Oraya ilk kez gittiğimiz, şehri gözlemleyip fotoğraflar çektiğimiz ve araştırmaya başladığımızda gördük ki karmaşıklık ve zorluk arasında gerçekten birçok güzel an var. Ama bunları kimse bulamıyor, göremiyor çünkü kaotik faaliyetler, üst üste yapılar, katmanlar altına gömülmüşler. Böylelikle bu yaptığımız işin neredeyse arkeolojik bir faaliyet olduğunu fark ettik. Daha derin kazarak, kötü gibi görünen anları ilginç bir şeye dönüştürmeye karar verdik. Bulabildiğimiz her şeyi, var olan yapıları ve altyapıyı yerinde kaydettik; bu gerçek anlar üzerinden kurgulamaya başladık. Proje, alanda bulunan gerçek objeler ile bizim kurguladığımız hallerinin bir karışımı haline geldi. Sonuç ürünlerine baktığınızda hepsi bir şekilde Kahire’de rastlayabileceğiniz gibi, tanıdık ama aynı zamanda kurgusallaştırdığımız ekler nedeniyle biraz alışılmadık, yabancılaşmış görünüyor.
Üç yarıyılı tamamladık ve aynı fikirleri İstanbul’a taşıdık. Ama tabii ki İstanbul, Kahire’den çok farklı bir kent olduğu için, kurguladığımız gerçekler farklı görünüyor, farklı hissediliyor. İstanbul, farklı türden bir proje ancak düşünsel temeli Kahire’deki Real Fictions projesi ile aynı.
Akademik kariyerinizin yanı sıra mimarlık pratiğinin de içindesiniz. Bu ikili ilişki yıllar içinde sizin için nasıl gelişti?
Özellikle Amerika’da uzun zamandır süren bir gelenek bu, uygulamacılar aynı zamanda akademisyenler. Yani buna gerçek bir ikilik olarak bakmıyoruz. Türkiye’de ve çoğu Avrupa ülkesinde daha ikili bir durum olduğunu biliyorum. Ama Amerika muhtemelen bunun neredeyse doğal olduğu bir yer. Tabii ki akademik mimarlıkta daha fazla teori üzerinde çalışıyorsunuz, düşünüyorsunuz ve öğrenciler yoluyla araştırma ortamında fikirler geliştiriyorsunuz, bu da uygulamanızı besliyor. Ya da tam tersi uygulamada yaptıklarınız akademik çalışmalarınızı besliyor. İyimser olarak, bu organik bir bağ. Artık tek bir yöne gitmiyor, bu bir bütün. Mezun olduğum gün asistan olarak akademide çalışmaya başladım ve akademiden hiç kopmadım. Ama aynı zamanda ofislerde ve sonra kendi ofisimde çalıştım. Bana göre, her iki yönde de çalışmak doğal bir durum.
Derslerinizden bazılarında dinlediğim kadarıyla, farklı unsurların bir araya gelmesini tarif ederken hybrid (melez) terimini kullanıyorsunuz. Hibrit olma fikri sizce eklektik, neoklasik veya postmodernden nasıl ayrışıyor?
Çok farklı. Çünkü eklektizm veya neoklasizmde zamanda geriye gidip, o dönem var olan bir mimari stili seçip, o stilde inşa ediyorsunuz, farklı stiller bir araya geliyor: klasik, gotik veya hangi stili seçerseniz... Neoklasizmde, klasik dönemden örnekler seçip, bugün sanki eski gibi görünen bir yapı üretiyorsunuz. Bizim projelerimizdeki sonuç ürünleri, eski olanı taklit etmiyor, yeniden kurguluyor. Var olan kısımların hibritleştirme teknikleri ile kurgulanması, yabancı, yeni ve çağdaş ürünlerle sonuçlanıyor. Kimse bizim tasarımlarımıza baktığında, 200 yıl önce inşa edilmiş bir yapının benzeri olduğunu düşünmez.
İlgimizi çeken düşünce, zamanda geri gitmek değil. Tüm zamanların, ölçeklerin, mimari niteliklerin (yüksek ve düşük) üzerinden geçerek, farklı unsurları seçerek bir araya getirmek ve güncel tasarımımızı bu karışımla birleştirmek. Kaleydoskop gibi, farklı özellikler bir arada: bazıları eski/yeni, bazıları geniş/küçük, bazıları üst sınıf mimari süslemeler ve alt sınıf mimari altyapı (high end-low end). Hibritleştirme yoluyla bu unsurları yeniden şekillendiriyoruz. Benim için, yaptığımız şeyin güncel ya da gelecek ile ilgili olması çok önemli. Sadece bir tür geçmişi övmek ile ilgilenmiyorum. Yenilikçi bir mimar olarak, projenin geriye değil ileri götürmesi gerektiğine inanıyorum.
Bu soruyu sormamın sebebi Türkiye’de son dönemde pek çok yapıda gördüğümüz tarihi canlandırma denemeleri. Tesadüf eseri veya bilinçli bazı yan yana gelişlerin sizin ilginizi çekebileceğini düşünüyorum. Bu açıdan İstanbul’un güncel durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
İstanbul bence çok ilginç zaten Kahire’den sonra İstanbul’a gelmek benim için bir tesadüf değil. Çünkü belirttiğiniz gibi aradığımız çoğu şey burada zaten var. Eski ve yeninin birçok tuhaf birleşimini her yerde görebiliyoruz. Ama fark şu ki, Türkiye bahsettiğiniz bu canlandırmanın çoğu ciddi bir tutumla yapılıyor. Çünkü insanlar eski mimarinin yeni mimarlığın üretebileceği herhangi bir üründen daha iyi olduğuna inanıyorlar. Ben buna katılmıyorum. Bana göre durum daha çok şöyle: eski mimarinin hala bir görevi var, çünkü eski mimarlık yeri tanımlıyor. İstanbul’u İstanbul, Kahire’yi Kahire, New York’u New York, Berlin’i Berlin yapıyor. Yerin kimliğini korumakla ilgileniyorum. Bu yüzden, eski mimari unsurların ufak tefek parçalarını kullanıyoruz. Ama asla tek bir yapıyı kullanmam, bu yalnızca belli bir zamanın yeniden canlandırılması olur. Bütün tasarım stüdyoları çeşitli zaman dilimleri arasında çoklu ilişkiler kuruyor, asla tek bir zaman diliminde değiliz.
Kurgu ve gerçeklik arasında mekan üretmek konusuna dönmek istiyorum. Bu spekülatif tavrın eğitimde olduğu kadar mimari üretimde de rolü var mı? Bu tavırdan nasıl yararlanıyorsunuz?
Bu tavır, benim ne yaptığım, nasıl yaptığım ve dünyaya nasıl baktığımın temelinde duruyor aslında. Şu an dünyada, geçtiğimiz yüzyılı oldukça güçlü yönetmiş olan ütopyacılık ve idealizm felsefelerinden uzaklaşarak gerçekçilik felsefesine yönelen bir geri hamle var. Ama gerçekçilik benim için sadece dünyanın bizim gördüğümüz gibi olması anlamına gelmiyor. Benim için gerçekçilik maddesel olan, estetik olan, dünyevi olan şeylere yönelmek. Bunun tersinin ütopyacı yaklaşım olduğunu söyleyebiliriz. Projelerime spekülatif diyorum ama asla ütopik demiyorum. Peki aradaki fark nedir? Ütopik proje, ideal bir durum ortaya koyar, bugünün gerçekliliği ile bir alakası yoktur. Plan, çizim, maket olarak ütopyayı inşa edersiniz ve “Bu ütopya bizim dünyamız olsaydı harika olmaz mıydı? Hadi oraya gidelim.” dersiniz. Ben bunu yapmıyorum, çünkü 20 yüzyılda kalmış bir fikri olduğunu ve katı idealizmleri reddetmek durumunda olduğumuz bir zamanda yaşadığımızı düşünüyorum. Orada bir yerlerde bir ütopya yok, ama hemen etrafımızda birçok ilginç şeyler var ve biz -bunlarla çalışmak bir yana- çoğunlukla bunları görecek şekilde bile eğitilmiyoruz. Ölçeğe, tarihe, stile ve bütün bu şeylere bakmak için kategorize edilmiş yöntemlerimiz var. Ben bunları parçalamak istiyorum ve hibritleşme bunun yöntemlerinden biri. Parçalarken, her zaman gerçek koşullarda çalışıyorum. Bu yüzden örneğin şehre gidip, fotoğraflar çekip, gördüğümüz şeyleri çok doğru biçimde kayda alıyoruz. Çoğunlukla bu şekilde başlıyoruz projeye. Bu kısım gerçekçi olan kısım. Kurguyu ise, tasarım spekülasyonunda kullanıyorum. Ütopik düşünceyle tasarlamak yerine önümdeki bardağa bakıyorum ve bardağı başka bir şey ile yeni bir ilişkiye sokmak için kurgusallaştırıyorum. Kurduğum bu yeni ilişkinin de cismi kullanan, bakan, deneyimleyen bizler için yeni bir fırsat sunmasını umuyorum.
Süsleme de araştırmalarınızda bir yer tutuyor anladığım kadarıyla. Süsleme kavramı ve kullanımı dijital tasarım yöntemleriyle farklı bir anlam kazanandı diyebiliriz. Bu görece yeni tasarım yöntemleriyle ilişki içinde düşünecek olursak, tasarımlarınızda ve üretiminizde süslemeyi nasıl kullanıyorsunuz?
Ben süsleme kelimesi yerine, malzeme artikülasyonu (material articulation) ve aşırı maddecilik (excessive materialism) demeyi tercih ediyorum. Çünkü süsleme kelimesi zaten süsleme nesnesine yönelen belirli peşin hükümlerden etkilenmiş durumda. Süslemeyi, bir yapıya eklenen veya ondan çıkarılan, yapı için hayati bir gerekliliği olmayan bir şey olarak düşünmek istiyorum. Süslemede çok iyi olan Louis Sullivan gibi isimler ya da Art Nouveau hatta Rokoko gibi stiller süslemeyi tamamlayıcı bir şey olarak görmedi. Onlar için süsleme mimarlığın özünün bulunduğu yerdi. Ama benim için ilginç olan şey, dünyanın beyaz duvarlar, kübik kompozisyonlar ve soyutlamalar içeren modernist ilkeleri takip ettiğini varsaymamak. Beyaz duvarlar ve düz çatılar da bir çeşit süs oldular. Dünyanın ne kadar renkli olduğunu, ne kadar çok nesne olduğunu, ne kadar çok şey görebileceğimizi ve ne kadar çok şeyle çalışabileceğimizi gördüğümde bunların artikülasyonuna daha fazla ilgi duyuyorum. Süsleme diyelim ya da malzeme diyelim, bunlar minimalizm ya da soyutlamaya tercih ettiğim estetikler.
Tüm bunlara ekleme yapacak olursam. Dijital olarak çalışmaya başladığımda, dijitalin ne tür süsler üretebileceği ile ilgilendim. Dijital ile gelen yeni süsleme nitelikleri imkânı var. Bunu işlerimde yıllardır kullanıyorum ama işlerin dijital görünmesini istemiyorum. Benim için işin, analog ya da dijital, kullanılan teknik hakkında herhangi bir şey söylememesi önemli. Bence iyi mimarlık teknik hakkında konuşmaz. Mimarlığın içinde teknik var, çok önemli; ama mimarlığın sonuç ürünü onu üreten teknik ya da metodoloji yoluyla anlaşılmamalı.
Rokoko özellikle ilginizi çeken bir stil sanırım? Yanılmıyorsam, öğrencilerinizin yaptığı projelerden birinin adı “Osmanlı Rokokosu” idi.
Bir projenin adı değildi fakat projenin erken bir safhasında bir araştırma ödevi olarak kullandım. Öğrencilerden mimari işleve sahip olma zorunluluğu olmadan nesneler tasarlamalarını istedim. Ama bu nesnelerin mimari özellikleri olmalıydı. Böylece mimari özelliklerle mimari işlevleri farklılaştırdım. Bu, öğrencilerin nesneleri işlevlerle hibritleştirdiği iki üç haftalık bir süreçti.
Diğer yandan, tarihi bir olgu olan Osmanlı Rokokosu ile nasıl bir ilişki kuruyordu?
Rokoko’yu ele alışımız, tam olarak Rokoko dilini konuşmak zorunda değil. Burada Rokoko’ya dair düşünceleri kullanıyoruz, doğanın unsurları mimarlığın tektonik parçaları ile bir araya getiriyoruz. Figürleri, ağaçları, görünüşte birbiriyle alakasız gibi görünen birçok özelliği bir araya getirerek tek bir nesneye dönüştürüyoruz. Bu, bana göre Rokoko. Bugün yaptığımız şeyler 17. yüzyıldan Rokoko nesneleri gibi görünmeyebilir ama bu fikirlerin bir birleşimi.
Hibritleşme yaklaşımının veya Rokoko döneminin, gerçek ve kurguyu ele alış açısından, sadece mimarlıkla değil çağdaş kültürle bağlantı kurduğunu düşünüyor musunuz?
Kesinlikle düşünüyorum. Geriye bakmak, kendini tekrar etmek değil ama farklı ideolojik durumlar arasında salınmak anlamına geliyor. Bazı ideolojik durumlarda insanlar saflığa, gerçekliğe, kusursuzluğa bakıyorlar. Antik Dönem ve/ya Rönesans buna örnek olarak gösterilebilir. Bu dönemler, insanların evrensel olarak uygulanabilecek tekil bir gerçekliği aradığı zamanlar. Modernizm, aynı bakış açısına sahip başka bir örnek. Bu saf hallerden, dönemlerden sonra başka dönemler geliyor, insanların tekil idealleri yıkmaya çalıştıkları zamanlar. Mesela Maniyerizm, Rönesans’a karşıydı. Art Nouveau veya Rokoko da örnek verilebilir. Bunlar, sözlükten zaten bir anlama sahip sözcükler seçmek yerine, yeni çözümler bulmaya çalışmalarıyla nitelendiriliyor. Rokoko’da, Helenler'in düşündüğü gibi sonsuz gerçeği geometri ve oranla temsil eden bir kolon düzeni seçmek gerekli değildir. Bu kolon düzeninden unsurlar seçersiniz ama bunları birçok farklı şekilde bir araya getirirsiniz. Böylece, durumlar arasında oynarsınız. Diğer durumlarda ise çok katı bir idealizm var. Kişisel olarak, herhangi katı bir idealizmde rahatsız hissediyorum. Bu durumlar arasında oynamak daha rahat hissettiriyor. Tek bir değere dayanan sistemlerin, yaşadığımız dünyadaki çeşitlilik, karışım, dinamizm içinde başarısızlığa mahkûm olduklarına inanıyorum. Tek bir yönden dünyaya bakarak izole etmekten ziyade, çeşitliliğe ve karışıma teşvik eden bir zamanda yaşıyoruz.
İdeolog olarak var olan bir mimar figürünü de desteklemiyorsunuz o halde?
Bazılarının ideoloji olarak adlandırdığı yapısal düşüncelerimiz elbette ki var. Benim için önemli olan soru “İdeoloji var mı, yok mu?” değil. İdeoloji, özgürlüğü mümkün kılmak ve yanlış bir şey yapmaktan korkmadan üretmek için enerji harcamak için olmalı. Yaptığınız şey, dünyada var olduğunu düşündüğünüz geniş çerçeveye uyum sağlamak zorunda mı? Ya da bir şeyleri denemenin memnuniyetle karşılandığı ve denemekten korkmadığımız bir ideolojiyi mi yaşıyoruz? Çünkü dünyanın inandığı “mimarlık nedir ve ne olmalıdır” çerçevesinin dışında olduğunuz için mimarlığa yeni bir bakış açısı getirmiş olabilirsiniz. Sadece mimarlıkta değil, politik ve felsefi açıdan da böyle düşünüyorum. Tasarımı da böyle yapmayı seviyorum.
Benim için en önemli şey, mimarların tam olarak ne yaptıklarını bilmeden hala denemeye devam edebilmeleri. Yenilik ve keşif ancak böyle bir çalışmayla gerçekleşebilir. Belirli bir metodoloji, ideoloji, diyagram setleri veya 1-2-3-4 doğrusallığında çalışmak zorunda olduğunuzu söyleyen herhangi bir talimatname ile çalışıyor ve daha işin en başından tam olarak ne yapmanız gerektiğini biliyorsanız, bu benim için bir sorun. Çünkü onlar sadece zaten bildiğimiz şeyleri yeniden tespit ediyor. Ben, bunun bir kısmını parçalamamız gerektiğini düşünen taraftayım. Bu her şeyi bir kenara atacağımız anlamına gelmiyor. Bir ütopya inşa edeceğimiz anlamına da gelmiyor. Bu sadece eleştirel olmak, ilk olarak dünyayı görmek ve ikinci olarak başkalarının da tüketmesi için onu yeniden üretmek anlamına geliyor.
コメント